30 Nisan 2011 Cumartesi

Orta Zamanlar Tarihi

Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım.İstanbul’da 1931 yılında, Devlet Matbaası’nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi’nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir.Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü “İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!”, “Hz. (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir”, “İslâmiyet’in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir.” Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut’a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani “Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı.”
Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk!
Behçet Kemal, Süleyman Çelebi’nin meşhur Mevlid’ini Atatürk’e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi’ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi:
(…)
Alıntı:
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ-yı bâ Kemâl’e essalât.
Ol Zübeyde, Mustafâ’nın ânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ’dan hâmile
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti böyle, nice ay nice sene
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halâskâr merhaba
Merhaba ey ulu serdâr merhaba!
Edip Ayel, Atatürk’e: “Sen bizim yeni peygamberimizsin!” diye seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı. Behçet Kemal’i geride bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek için, Atatürk’e yeni dinî sıfatlarla secde etmesi lâzımdı.
Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu:
Alıntı:
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Edip Ayel’in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk, yeni Kemalizm dininin Allah’ı mı olmalıydı; peygamberi mi?

Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk’e kıyamadılar. Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk’e hem Allah, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler.
Behçet Kemal, Edip Ayel’den geri kalmak istemedi:
Alıntı:
Kaç yıldır Türkçe’ydi Tanrı’nın dili
İnsana ne ilâh, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Artık işaret verilmiş, yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye çalışan atletler gibi, o devrin edipleri de ”Allah”, “tanrı”, “ilâh”, “Kâbe”, “put” gibi kelimelerle Atatürk’e daha önce ulaşabilmenin cezbesine kapılmışlardı.
Yüzlerce örnekten işte birkaçı:
Halil Bedii Yönetken çığlıklar koparıyordu:
Alıntı:
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara okumaya başladı:
Alıntı:
Çankaya;Burada erdi Mûsâ
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun…
Kâbe Arab’ın olsun
Çankaya bize yeter.
Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:
Alıntı:
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için, Atatürk’ü yüreğine bir put gibi oturttu:
Alıntı:
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet saçan kokusu ve manzarasıyla etrafa yayılmaya başlamıştı:
Akbaba’cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti:
Alıntı:
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul oldu:
Alıntı:
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Ömer Bedrettin Uşaklı da, Atatürk tapıcılığından kurtulamadı:
Alıntı:
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türlüğün bütünü.
Vasfi Mahir Kocatürk de, kocaman yakıştırmalarla Kemalizm dininin müridleri arasında zikre başladı:
Alıntı:
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.
İlhami Bekir, alnımızın akına, katran karası elleriyle küfrün yobazlığını bulaştırmaya çalıştı:
Alıntı:
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
Bu ruhsuz, bu köksüz, bu tatsız örnekleri uzatmak istemiyorum. Yalnız, Cumhuriyetin o kuruluş yıllarında, zilli-düdüklü dalkavuklar zümresinden, üç önemli ismin ayrıldığını belirtmek istiyorum:
Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet!
Nazım Hikmet, daha önce Marks’a ve Lenin’e kul köle olduğu için Atatürk’e secde etmedi. Hatta ona “Burjuva Mustafa Kemal” diye homurdanan şiirler yazdı.
Yahya Kemal’le Necip Fazıl, İslâm’ın âmentüsüne bağlı kaldılar.
Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına,Kemalizm’in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim.”
Halk, “halkçı” Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp kalıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder